Antik Çağdan Barok Çağın Sonuna Kadar

Çeviri, ‘yabancı dil’ engelinin yarattığı iletişim kopukluğunu gidermeye çalışan insanlık tarihi kadar eski bir aktarım girişimidir ve yeryüzünde farklı diller konuşulduğu sürece de var olmaya devam edecektir. Tevrat’da, çeşitli dillerin ve buna bağlı olarak çeviri gereksiniminin doğuşuna dair bir anlatı vardır: Babil Kulesi’nin Öyküsü1 . Buna göre Tufan’dan sonra yine kendilerini kaybeden insanlar, gökyüzüne ulaşma tutkusuyla bir kule yapmaya karar verirler. Herkes aynı dili konuştuğu için, el birliğiyle bu kuleyi inşaya girişirler. Tanrı da, yine kendini kaybeden insan oğlunu cezalandırmak üzere dil kargaşası yaratır. İnsanlar birbirini anlayamaz olur ve o devasa projeyi gerçekleştiremezler. Zamanla çeşitli dil ve kültürler, farklı gelenekler oluşur. Bir yandan ‘yabancı’lık, öte yandan çevreye kapalı yaşam, kişileri ön yargıya, yanlış anlamaya, çatışmaya sürükler. Tarihte, insanın kendi dilini bilmeyen, kendisiyle aynı kültür düzeyinde olmayana duyduğu itilimi ya da takındığı katı tavrı, kökü Yunancaya dayanan ‘barbar’ nitelemesiyle dışa vurduğu görülmektedir. İşte çeviri, insan oğlunun bölünüp dağılmasından bu yana yaşadığı bu dil kargaşasını aşma yolunda verdiği uğraştır, diller ötesi ortak bir dildir.

M.Ö. 2000 yıllarında, Anadolu’da yaşayan Asurlular, Babilliler ve Hititlerde. uzman katipler vardır. Bu kişiler, çeviri bürosu denebilecek mekanlarda, yabancı ülkelerle örn. Mısır’la sürdürülen yazışmaları yürütürler3 .Yazılı ve sözlü çeviri eylemini niteleyen kavramlar dilden dile farklılık göstermekle birlikte, 18. yüzyıla kadar Fransızcada çevirmen sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan le truchement, italyanca’daki il dragomanno, İl turcimanno, Almancadaki Dolmetschen yani tercüme sözcüğünün geçmişi, bu M.Ö. 2000 yılları Anadolusuna dayandırılmakta, Anadolu’daki Mitannicede ‘talami’ şeklinde bulunduğu, Türkçe tilmac sözcüğünün oradan geldiği ve “farklı diller konuşan tarafların anlaşmasını sağlayan aracı” anlamında kullanıldığı, 13. yüzyılda tolmetsche şeklinde Macarca üzerinden Orta Yüksek Almancaya geçtiği ileri sürülmektedir.4 Anadolu’daki kültürlerde rastlanan, iki dilli sözcük listeleri gibi, iki ya da daha çok dilde hazırlanmış sözlük şeklinde tabletlerin varlığı da, çevirinin burada ciddi bir faaliyet olarak yürütüldüğünü göstermektedir. Bununla birlikte, çevirinin bir sorunsal olarak ne zaman ele alınmaya başlandığı pek bilinmemektedir. Ancak, çeviri zanaatı ve sanatı hakkında ilk sistematik çalışmalara Roma’da rastlanır. Romalılar, kendilerinden hayli üstün durumdaki Yunanlıların edebiyatını neredeyse bütünüyle kendi dillerine çevirir veya en azından uyarlarlar5 Öte yandan Heredot, Yunanlıların ufkunu genişletmek amacıyla, yabancı ulusların kendilerinden üstün özellikleri olduğuna dikkat çeker. Örnekler vererek yabancıyla karşılaşmanın yararına değinir. Yunanlılara gelişmelerini eski Afrika kültür dünyasına borçlu olduklarını hatırlatarak daha sonraki nesillere örnek oluşturur.6 Antik çağ felsefesinin temsilcilerinden Platon, Eski Mısır’daki kültürü yerinde araştırmış olmakla, yalnız kendisinden sonraki filozofları yönlendirmekle kalmaz, aynı zamanda çeviri yoluyla sınırları aşar, tüm insanlığı etkiler. Yunanlı tarihçi ve yazarların Asya ve Afrika kültürlerine ön yargısız yaklaşmaları zaman zaman direnişle karşılaşmış da olsa, eski yabancı kültürlerle zenginleşen, evrenselleşen Eski Yunan’in ‘altın çağ’ını yaşamasıyla sonuçlanır7 . Alexander vonHumboldt, Arapların yaptıkları çeviriler sayesinde. Avrupa’nın Yunan felsefesinin kaynaklarına kavuştuğunu, bilimsel kültürün korunmasında ve yayılmasında Arapların önemli paya sahip olduklarını vurgular.(a.y.) Roma İmparatorluğunun sergilediği ‘Roma ruhu’ ise, çeviri yoluyla Avrupa’nın sosyal yaşamını, yasalarını, dilini ve edebiyatını köklü biçimde etkiler. Gelişmiş kültürün göstergesi sayılan mükemmel dil, Eski Yunan’dan 16. yüzyıla kadar önce Yunanca sonra Latince iken, tarihi ve siyasi koşulların da etkisiyle yerini sırasıyla Fransızcaya ve İngilizceye bırakır. Rönesans döneminde her bir ulusal dilin devlet yönetimi, hukuk, edebiyat, felsefe ve bilim alanında yetkinliğini kanıtlamasıyla, çeviri olgusu giderek ön plana çıkar. Tabii o sıralarda, matbaanın gelişmesi ve buna bağlı olarak Kutsal Kitap’ın yeni ulusal dillere aktarılmaya başlanması da, çeviriyi kaçınılmaz kılan diğer önemli etkenler arasındadır. İçinde bulunduğumuz iletişim çağında ise, ulusal sınırlar bir anlamda kalkmış, uluslararası ilişkilerde yaşanan yoğunlukla birlikte ekonomi, politika, teknoloji, bilim kültür ve sanat dallarında sürdürülen bilgi alış-verişi hız kazanmıştır. Ne var ki, dil engeli süregeldiği için, çeviriye duyulan gereksinim de kaçınılmaz olarak o oranda artmıştır. Yaşanan değişimlerin doğal sonucu olarak, tüm dünyada bir yandan mütercim ve tercüman yetiştiren yüksek okullar hızla yaygınlaşırken, öte yandan araştırmacılar çeviri süreçlerini kısmen veya tamamen otomatikleştirme arayışına girmişlerdir. Ancak, bilgisayar çevirilerinde karşılaşılan güçlükler, çeviri ve özellikle edebi çeviri süreçlerinin bilimsel olarak daha yoğun bir biçimde incelenmesi gereğini doğurmuştur.8 Bütün bu gelişmeler, bu yüzyılın ortalarında yeni bir toplumbilimsel bilim dalının, Çeviribilim’in kurulmasında önemli rol oynamıştır. Çeviribilim, her ne kadar yeni bir bilim dalı gibi görünüyorsa da. yapılan araştırmalar çeviri sorunsalının Antik çağdan bu yana irdelendiğini belgelemektedir.

Kaynaklara bakıldığında, tarih boyunca uygulamanın yanı sıra, çeviri olgusu üzerinde de yoğunlaşıldığı ve ilkeler saptanmaya çalışıldığı gözlenmektedir. Çevirmenler genellikle, dil, düşünce, kültür, zaman ve mekan bağlamında oluşan özgün yapıtı çevirirken karşılaştıkları güçlükleri, sorun odaklan için buldukları çözümleri dile getirme veya yöntemlerini savunma eğilimindedirler. Bu amaçla, çeviri anlayışlarını ya da geliştirdikleri kuramları açıklama yoluna gitmişlerdir. Şimdi, çeviri tarihini oluşturan bu kuramları Almanya’yı esas alarak ana hatları çerçevesinde sırasıyla ele alalım. Antik Çağ Batı geleneğinde bu alanda büyük önem taşıyan ilk kaynaklar olarak Platon, FlaviusJosephusPhilonvonAlexandrien ve Paulus’u sayabiliriz. Platon (M.Ö. 428-347), şairi Tanrı’nın lütfuyla ilham kazanmış kişi olarak görür. Şair, bu üstün niteliğiyle diğer insanlardan ayrılır, o Tanrı’nın hizmetindedir, O’nun ile kullan arasında elçilik yapma görevine layık görülmüş kişidir. Platon’un bu yorumcu şair anlayışı, büyük dinlerdeki ‘peygamber’ kavramıyla dikkat çekici benzerlikler taşımaktadır, FlaviusJosephus (M.S. 37-100) ve Philon (M.Ö. 13 – M.S. 54) da Musa’yı Tanrı Kelamı’nın çevirmeni olarak görürler. Hatta Philon daha c ileri giderek İncil’i tümüyle ‘çeviri’ olarak niteler. Paulus (M.S. 20-67), Tanrı dilinin insan diline aktarılması eylemine ciddi bir biçimde eğilerek dini öğretiye temel oluşturabilecek tezlere gerek duyar. Ona göre ‘dil ile yapılan konuşma’ (Zungenreden), Tanrı ile yapılan bir görüşme olduğunda, bu işle görevlendirilmiş, seçilmiş kişi kehanette bulunuyor demektir. Tanrı Kelamı’nı ya bizzat aktarır veya bir başkasının aracılığına baş vurur, insan diline çevirtir. Bu sebeple dil vasıtasıyla konuşan ‘aracı’, kendisine ‘çeviri sanatı’ bahşedildiğinin bilincine vararak şükretmesini bilmelidir. Öte yandan, bu seçilmiş insanın tefekkür içindeyken işittiği Tanrı ‘kelam’ını olduğu gibi insan ‘sözcükler’ine dökmesinin imkansızlığını getirir ve Tanrı ‘sözü’nünçevrilmezliğini kabul eder.10 İlk çeviriler, daha doğrusu ilk dini ve edebi metinlerin çevirileri, kaynak ve amaç dildeki yetersizlik nedeniyle, ilkel bir yöntem olan sözcüğü sözcüğüne aktarma yoluyla gerçekleştirilir. Yani, bugünkü ifadesiyle şifre değiştirme yapılır. Kaynak metin sözcüklerinin izdüşümüne karşılıklarını yazma şeklinde gerçekleştirilen satır altı (Interlinear) çeviriye akraba olan bu uygulama, her ulusun çeviri faaliyetlerinin başladığı dönemlerde izlenen bir yoldur. Bu yöntem, kaynak metni yeterince bilinçli bir yaklaşımla ele almadığı için ‘ilkel’ olarak nitelendirilmektedir. Gelişmemiş bir dil anlayışına sahiptir ve kaynak metni körü körüne yüceltir. Bu tür çevriler genelde çok güç anlaşılır. Ancak çevirmen, zorluğun kendi sınırlı dil yetisinden ve başvuru kaynağı yetersizliğinden değil, sadece kaynak metnin üstünlüğünden ileri geldiğini savunur. Bu yaklaşım, kaynak metne duyulan hayranlık uğruna, kısmen anlaşılan bir amaç metin yaratılmasına ve ana dilin zorlanması sonucunda, iki dilin anlaşılmaz bir karışımının doğmasına yol açar; bununla birlikte Antik Çağda çok yaygın olduğu görülmektedir. Fransızcaya ve Almancaya yapılan ilk İncil çevirilerinde de aynı uygulama söz konusudur. Hatta önceleri Sophokles ve Aristoteles’in yapıtları da başka dillere bu yöntemle aktarılmıştır. Horatius (M.Ö. 65-8) bu geleneğin en çok adı geçen şahsiyeti olarak görülür. Ancak, ileri sürdüğü görüşler bütünü içinde ele alınmadığından “Sen sadık bir çevirmen olarak sözcüğü sözcüğüne çevirmemelisin.” (necverboverbumcurabisredderefidusinterpres)11 şeklindeki ifadesi yanlış yorumlanmış ve kendisine zıt bir çeviri tutumunun temsilcisi olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Burada geçen “kaynak metne bağımlı bir çevirmen gibi sözcüğü sözcüğüne aktarma” ilkesini, Romalıların Yunanlılardan örnek aldıkları nazım sanatı alanında benimsemiş olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. (Senger,a.y.) Horatius, Romalı şairlere yaratıcılıklarını kullanarak geleneksel malzemeyi biçimlendirmelerini önermekte ve kölece körü körüne taklitten ancak bu şekilde kurtulabileceklerini ileri sürmektedir. İlkel çeviri yöntemini uygulayanlar ‘söz’ ve ‘içerik’ arasında ayırım yapmaz, ikisini birlik içinde görürken, zamanla kendi dil ve sanat araçlarına tam anlamıyla hakim kişiler çıkar ve bu iki olgu arasında ayırıma giderler. Bu ayırım, çeviride dikkatleri amaç dilde yoğunlaştıracak yeni bir anlayışın çıkış noktası olur: ‘Yabancı’ metin, öncelikle ana dilin gelişmesine hizmet edecek bir ‘malzeme’, çeviri ise, bu malzemeye ulaşma yoludur. Bu anlayışa göre, dil insanın en önemli özelliği olduğu içindir ki özenle geliştirilmesi gerekir. Daha sonraki çeviri kuramlarına uzun süre temel oluşturacak ‘söz’ ve ‘içerik’ ayırımına gelince; artık her dilde konunun, yani içeriğin, sözcükler aracılığıyla sanatlı bir biçimde ifade edilerek aktarıldığından yola çıkılmaktadır. Ne var ki, sanatlı sözün kullanımını belirleyen kurallar her dilde farklılık göstermektedir! Sanatlı dil hakimiyeti ise, söz konusu dillerde her olgunun bilincine vararak amaç metinde yeniden oluşturabilecek birikime sahip olmak demektir. Amaç metindeki söz ve içeriğin, kaynak metinle gerektiği ölçüde örtüşüp örtüşmediği, ancak bu birikimle saptanabilir.

Cicero (M.Ö. 106-43), Romalı düşünürlerin yabancı edebiyatları kendine uydurma ve yerlileştirme (Adaptation) eğiliminin önde gelen teınsilcilerindendir. Söz ve içerik ayrımını bir sisteme oturtan ilk kişidir. Yabancı yapıta karşı takınılacak bu yeni tutumun varlığına “yorumlayıcı olarak değil hatip olarak” (nec ut interpressed ut orator) 12 tanımıyla, dikkat çeker: Çevirmen ya kaynak metne tamamen bir yorumcu ya da dinleyiciye hitap eden bir hatip gibi yaklaşır. Söz sanatları ve üslûbu aktarırken, hatiplerin yaptığı gibi amaç dile yönelerek onun olanaklarından yararlanmak gerektiğini şu sözlerle dile getirir: “Fikirleri, biçimleri veya başka deyişle figürleri, bizim alışkanlıklarımıza uygun düşecek bir dile çeviriyorum. ” (verbis ad nostramconsuetudinemaptis) Cicero, bu tanımıyla kendisinden önceki kurama karşı çıkmaktadır. Yazı hatalarına varıncaya değin kaynak metne bağlı kalan yaklaşıma taban tabana zıt bir kuramla, çevirmeni kaynak dile ve metne tutsak olmaktan kurtarır. Cicero’nun, kaynak metni körü körüne kopya etme, daha doğrusu şifre değiştirme şeklindeki ‘ilkel motamo’ya karşı geliştirdiği bu kuram, ‘serbest çeviri’ (freieÜbersetzung) olarak nitelendirilir.

Genç Plinius (M.S. 61-113) da, Latin yazarları örnek aldıkları Yunanca yapıtlara bağlı kalmaktan bütünüyle kurtarma yolunda bir adım daha atar. Önce kaynak yapıtı tek tek parçalara ayırmayı, sonra bu parçalardan yeni, özgün bir yapıt oluşturmayı önerir. Bu uygulamada baş gösterecek güçlüklerin sadece “yararlı’ olacağını, dolayısıyla çevirinin yabancı dilden ana dile veya tersi yönde yapılmasının fark etmeyeceğini savunur. Cicero’dan aşağı yukarı 400 yıl sonra Kutsal Kitap’ın Latinceye ünlü Vulgata çevirisini yapan Hieronymus (348-420) da serbest çeviri anlayışı benimsemeye devam eder. Hieronymus, Pammakyus’a çeviri konusundaki düşünce ve ilkelerinden bahsettiği mektubunda şöyle der : “Sadece kabul etmekle kalmıyor, ayrıca itiraf da ediyorum ki. Yunanca metinleri çevirirken -kutsal kitaplar hariç, çünkü onlarda kelimelerin dizilişi bile başlı başına bir giz- sözcüğü sözcüğüne çevirmek yerine anlamı aktarıyorum ” Ancak, bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Hieronymus çeviri sorununa metin türü açısından yaklaşır. Böylece dikkati yeniden çeviri olgusuna çeker. Ancak bu yaklaşım, aslına sıkı sıkıya bağlı ilkel çeviri anlaşından çok farklıdır. Metin türü ayırımı, metnin kaynak ve amaç kültürde üstlendiği işlevin belirlenmesi gereğini doğurur. Zira, çeviride uygulanacak yöntemi belirleyen ölçüt, kaynak metnin türü ve buna bağlı olarak amaç kültürdeki işlevidir. Antik çağ geleneğinin öngördüğü, çeviriyi özgün edebiyatı zenginleştirme aracı olarak ele alma ilkesinin yanı sıra gelişen bu anlayış, büyük yankı uyandırır ve bünyesinde yeni bir kuram barındırdığı için çok etkili olur. Hieronymus temelde iki çeviri tutumundan söz eder: Verbum e verbotransferre (sözcüğü sözcüğüne çeviri) ve sensıımezprimere de sensu (anlamın çevirisi). Hieronynuıs’un, Kutsal Kitap konusunda benimsediği tutum, sözcüğü sözcüğüne aktarımdır. Söz dizimi bile başlı başına ‘giz” olan ANTİK ÇAĞDAN BAROK ÇAĞIN SONUNA KADAR 79 böyle bir metinde değişiklik yapma fikrinden çok uzaktır. Kutsal Kitap”ı anlamak zor, hele hele çevirmek son derece tehlikeli bir iştir. Çevirmenden gücünü aşacak şeyler beklenmemelidir. İncil çevirmeni birbirine zıt iki görev üstlenmiştir: Kutsal Kitap’a duyduğu sorumluluk ona ‘Kutsal Söz’ü elden geldiğince aynıyla aktarmayı emreder. Ama aynı zamanda amaç dil okuruna yönelik bir başka misyonu daha vardır: Tanrı’nın sözünü açıklamak ve yaymak. Hieronymus ve Luther, 18. yüzyılın ilk yarısına kadar çok etkili olan ve dini metinlerde iki ağırlık merkezini, metni ve okuyucuyu, aynı çatı altında buluşturmaya çalışan bu geleneğin başta gelen temsilcilerindendirler. Hieronymus, Kutsal Kitap’ı çevirmeye kalkışmakla üstlenmiş olduğu bu zorlu görevde, Tanrı’nın kendisine yardım edeceğinden emindir14 . Zira bu göre seçilmiş kişi olarak, havariler, peygamberler ve keramet sahibi kişiler gibi, kendisine yol gösteren o ‘ilhama erme’ lûtfunu yaşar. Peygamberler gibi kendisine vahy inmesini diler. Bütün varlığıyla, Tanrı’nın iradesini yansıtacak bilgiyle donanmış olmayı ister. Ona göre. çevirmen kendisine bilgi vahyedildiğini anlar, bu bilgileri ana dili vasıtasıyla kitlelere ulaştırır ve bunu yaparken de kaynak metnin özgün üslûbunu korur. Kutsal Kitap’in yüceliği, yanılmazlığı birlik içinde oluşu ve anlaşılmazlığı Tanrı’nın yazarlık gücünden gelmektedir. ‘HebraeicaVeritas’ (İbranice gerçek) olarak özetlediği bu yazarlık, içinde tüm zenginlikleri barındıran bir hazinedir. ‘HebraeicaVeritas’ kavramı, Septuaginta’da’bu şekilde ele alınmadığı için. Kutsal Kitap’in çağın şartlarına uyacak şekilde değiştirilmesi gerektiği düşünülmüş, eklemeler ve çıkarmalar yapılmış, düzeltmeler ve anlaşılmaz yerlerin aydınlatılması konusunda fazla ileri gidilmiştir. Bu yüzden Hieronymus kaynak metin olarak ona değil, bozulmamış, dokunulmamış aslına dayanarak çevirmeyi zorunlu görür. Öte yandan din dışı metinlerde de, yapıtın aslına saygılı olma yönünde bir tavır sergiler. Çevirmen, kaynak metnin özgünlüğü, zarafeti, ifade gücü, kendine has tonu ve tınısını olduğu gibi yazarının üslûp özelliklerini de korumalıdır.15 Bu konuda yeterince eğitimli olmadan, yalnızca yazarlık yeteneğine dayanarak çeviri yapabileceğine inanan ‘serbest çeviri” yanlılarının bu keyfi anlayışı, sözcüğe bağlı böyle bir çeviriyi imkansız kılmaktadır. Hieronymus bu kanıdan hareketle, her yerde yalnızca ‘anlam’ı verdiğini iddia eden çevirmen Syınmachus’u olduğu gibi Cicero’yu ve Septuaginta çevirmenlerini de şiddetle kınar.